Karacaoğlan Kimdir?
(Efsanesi)
Günler gelip geçerken, Karacoğlan obabaşı Boran Bey’in biricik kızı Elif’e âşık olmuş. Boran Bey de babalığı Osman Ağa gibi sert bir adammış. Derdini içine gömmüş, gizlice obayı terk etmiş… Dağları aşa aşa, günlerden birgün Karaman iline gelmiş. Orada da Boran Bey’in obasıyla karşılaşmasın mı ? Hem şaşırmış, hem sevinmiş. Elif de aylardır Karacoğlan‘ın özlemiyle yanıp tutuşuyormuş… Bir gece gizlice buluşup obadan kaçmışlar. Uzaklarda, çok uzaklarda, bir obaya, obanın beyi Tuğrul Bey’e sığınmışlar. Tuğrul Bey, obalılar, çok iyi karşılamışlar bunları. Artık Karacoğlan‘la Elif orada kalmışlar. Tuğrul Bey, dillere destan bir düğün yaptırarak onları evlendirmiş. Karacoğlan obalılara saz çalıyor, Elif de ev işleriyle uğraşıyor, mutluluk içinde geçinip gidiyorlarmış. O yörede Köse Veli derler bir adam varmış. Elif ‘e tutulup âşık olmuş. Bir gece Karacoğlan yokken, çadıra girivermiş, Elif'e saldırmış. Ne yapsın Elifcik? Bir duyan olmasın, rezil olmayalım diyerek sesini çıkaramamış… …Fakat bu sırada Karacaoğlan Ceritlerin düğününde saz çalmaktadır. Birden sazın teli kırılır. Şaşırır. Ayağa kalkar. Rüzgar gibi yola düşer. Bir günlük yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Çadırına geldiği zaman, Halil’i Elif’le yatağında uyurken bulur. Üstlerine abayı örter.
Abayı gören Elif, Karacaoğlan‘ın gideceğini, bir daha dönmemek üzere gideceğini anlar. Olan olmuştur. Elif, olan biteni annesine anlatır. Anası, Halil’i öldürür. Halil’in ölüm haberi, Bey’e gider. Bey, Karacaoğlan‘ın başına gelenlere üzülür. Onun aranıp bulunmasını ister. Bey’in adamları ve Deli Hüseyin, günlerce obaları, dağları taşları ararlar. Karacaoğlan‘ı bulamazlar.

Aradan yıllar geçer. Karacaoğlan‘dan bir haber çıkmaz. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor. Bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunlular içinde. Bir haber geliyor, Arabistan’a geçmiş. Hama’da saz çalarken görülmüş. Bey nereden bir haber duyarsa, atlılar oraya uçuyorlardı. Ama nafile. Gittikleri yerlerde sadece Karacaoğlan‘ın türkülerini duyabiliyorlardı. Bey, Elif’e."Karacaoğlan‘ı buldurmadan ölürsem, gözüm açık gider." demişti ama bulduramadan da ölmüştü.
Elif'e gelince, o da, o günden sonra kara çadırından hiç dışarı çıkmamış. “Er geç gerçeği öğrenecek, bana dönecek!” umuduyla Karacoğlan‘ın yolunu gözlemiş. Bir zamanlar obanın en güzel gelini olan Elifcik de yaşlanmış, artık obanın Elif Ana’sı olmuş…
Birgün Karacaoğlan, her şeyin aslını öğrenmiş. Elif’i bulmak için yola çıkmış. Aramış, araştırmış, bulamamış. Sonra bir gün ona bir mezarlığı göstermişler.
Ayakta zor durabilen Karacoğlan:
- Nerede? diye sormuş, Elif nerede?
Kalabalık donup kalmış, kimseden ses çıkmamış.
- Yoksa öldü mü?
Yaşlılardan biri mezarlığı göstermiş:
- İşte orada!
Gençlerin yardımıyla
Asıl adı Hasan’mış. Daha bir yaşına basmadan anadan öksüz kalmış. Beş yaşına varmadan da babası Kara İlyas, Kozan derebeyi tarafından askere alınmış. Bir daha da dönmemiş. Böylece küçük Hasan, ortalıkta kalakalmış ! Anasının “Karaca” diye sevip doyamadığı Hasan’a köyden Serdengeçti Osman Ağa sahip çıkmış. Ona babalık etmiş, büyütmüş. Yaşı on sekize gelince de, köyde kimi kimsesi olmayan dilsiz bir kızla evlendirmek istemiş. Karacoğlan, bu dilsiz kızla evlenmek istememiş. Ama bu düşüncesini çok sert bir adam olan babalığı Osman Ağa’ya da söyleyememiş. Çareyi köyden kaçmakta bulmuş. Düğün hazırlıkları yapılırken köyden kaçmış. Karacoğlan, dağlar, tepeler aşmış, nereye gittiğini bilmeden durmadan yürümüş…
Yaşar Kemal’den: “Yola Çıkarken bütün obası başına birikmişti. Gitme demişlerdi. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Aşıkta olsan gitme. Başında kavak yelleri gelir geçer Obamızı bırakma gitme demişlerdi. Ama dinlememişti. Yareni yoldaşı, sazının sözünün üstüne yok, bırakma bizi demişlerdi fakat onu yolundan döndürememişlerdi… Uçsuz bucaksız ovanın ortasına dikilmiş şimdi bunları düşünüyordu. Kim bilir ne zamandan beri böyle dimdik, kımıldamadan duruyordu. Derken şafağın ucu görünmüştü. Dağlar tepeler aydınlandı. Kuşlar ötmeye başladı. Yürüdü. Yürümekten başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış bir bahar dalı. Yürüyordu. Gün öğle oldu…”
Karacaoğlan, yorgunluktan yürüyemez duruma gelince, ulu bir çam ağacının altına oturmuş. Daha oturur oturmaz da uyumuş. Uykusunda ak sakallı bir dede, Karacoğlan‘a dolu bir tas uzatmış: "İç şunu, iç ki, yorgunluğun ve dargınlığın son bulsun. Dilin bülbül, gönlün şen olsun." demiş. Karacoğlan, tası başına dikip içince kendine gelmiş. Yorgunluğu üstünden gidivermiş. İçinin çalıp söylemek isteğiyle coştuğunu görmüş. Sazını eline alıp yeniden yollara düşmüş…
Birgün Karacaoğlan, Aladağlar’da bir Türkmen obasına konuk olmuş. Çalıp söylemiş. Oba halkı, Karacoğlan‘ı çok sevmiş: "Âşık, hiç üzülme!" demişler. "Burasını kendi oban gibi bil, burada kal, obamız şenlensin!" Karacoğlan obada kalmış.
Karacaoğlan‘ın etrafı halka halka olmuştu. Kalabalıktan bir yaşlı, “Şu aşık iki söylese de dinlesek...” dedi… Şimdi yalnız bir ses, sanki dağlar taşlar, ovalar yankılanıyordu. Obada kim varsa hasta yatalak, çoluk çocuk halkaya katılmak için adeta çadırlarından fırlıyorlardı. Halka büyüdü, büyüdü… Dağlardan çobanlar sürüsünü bırakıp geldi. Dağlardan kurtlar, kuşlar geldi. Halka dondu kaldı… Sonra birdenbire saz durdu. Türkü durdu. Türkü bir zaman kayalarda, ovada yankılandı, kaldı. Aşık başı önünde kalktı, yürüdü. Onun geldiğini gören halka usuldan aralandı. O çıktı…
Dünyadaki bütün yaratığı ağacı, kuşu, böceği, insanı, her şeyi. Her şeyi en derin sevgisiyle kucaklardı. İliklerine kadar aşkı duyardı dünyanın her şeyine. Yağmuruna, kışına sıcağına, soğuğuna boranına…
Dünyanın en küçük, en duyarsız şeyine bile kocaman açılmış çocuk gözleriyle hayretle bakardı. Türküsü, sesi, bir coşma, bir kendinden geçmeydi dünyaya karşı…
Yaşar Kemal’den: “Yola Çıkarken bütün obası başına birikmişti. Gitme demişlerdi. Gurbet elin kahrı zehirden acıdır. Aşıkta olsan gitme. Başında kavak yelleri gelir geçer Obamızı bırakma gitme demişlerdi. Ama dinlememişti. Yareni yoldaşı, sazının sözünün üstüne yok, bırakma bizi demişlerdi fakat onu yolundan döndürememişlerdi… Uçsuz bucaksız ovanın ortasına dikilmiş şimdi bunları düşünüyordu. Kim bilir ne zamandan beri böyle dimdik, kımıldamadan duruyordu. Derken şafağın ucu görünmüştü. Dağlar tepeler aydınlandı. Kuşlar ötmeye başladı. Yürüdü. Yürümekten başka bir şey düşünmüyordu. Gençti. Yüreğinde bir top ışık, bir ateş harmanı, çiçek açmış bir bahar dalı. Yürüyordu. Gün öğle oldu…”
Karacaoğlan, yorgunluktan yürüyemez duruma gelince, ulu bir çam ağacının altına oturmuş. Daha oturur oturmaz da uyumuş. Uykusunda ak sakallı bir dede, Karacoğlan‘a dolu bir tas uzatmış: "İç şunu, iç ki, yorgunluğun ve dargınlığın son bulsun. Dilin bülbül, gönlün şen olsun." demiş. Karacoğlan, tası başına dikip içince kendine gelmiş. Yorgunluğu üstünden gidivermiş. İçinin çalıp söylemek isteğiyle coştuğunu görmüş. Sazını eline alıp yeniden yollara düşmüş…
Birgün Karacaoğlan, Aladağlar’da bir Türkmen obasına konuk olmuş. Çalıp söylemiş. Oba halkı, Karacoğlan‘ı çok sevmiş: "Âşık, hiç üzülme!" demişler. "Burasını kendi oban gibi bil, burada kal, obamız şenlensin!" Karacoğlan obada kalmış.
Karacaoğlan‘ın etrafı halka halka olmuştu. Kalabalıktan bir yaşlı, “Şu aşık iki söylese de dinlesek...” dedi… Şimdi yalnız bir ses, sanki dağlar taşlar, ovalar yankılanıyordu. Obada kim varsa hasta yatalak, çoluk çocuk halkaya katılmak için adeta çadırlarından fırlıyorlardı. Halka büyüdü, büyüdü… Dağlardan çobanlar sürüsünü bırakıp geldi. Dağlardan kurtlar, kuşlar geldi. Halka dondu kaldı… Sonra birdenbire saz durdu. Türkü durdu. Türkü bir zaman kayalarda, ovada yankılandı, kaldı. Aşık başı önünde kalktı, yürüdü. Onun geldiğini gören halka usuldan aralandı. O çıktı…
Dünyadaki bütün yaratığı ağacı, kuşu, böceği, insanı, her şeyi. Her şeyi en derin sevgisiyle kucaklardı. İliklerine kadar aşkı duyardı dünyanın her şeyine. Yağmuruna, kışına sıcağına, soğuğuna boranına…
Dünyanın en küçük, en duyarsız şeyine bile kocaman açılmış çocuk gözleriyle hayretle bakardı. Türküsü, sesi, bir coşma, bir kendinden geçmeydi dünyaya karşı…
Günler gelip geçerken, Karacoğlan obabaşı Boran Bey’in biricik kızı Elif’e âşık olmuş. Boran Bey de babalığı Osman Ağa gibi sert bir adammış. Derdini içine gömmüş, gizlice obayı terk etmiş… Dağları aşa aşa, günlerden birgün Karaman iline gelmiş. Orada da Boran Bey’in obasıyla karşılaşmasın mı ? Hem şaşırmış, hem sevinmiş. Elif de aylardır Karacoğlan‘ın özlemiyle yanıp tutuşuyormuş… Bir gece gizlice buluşup obadan kaçmışlar. Uzaklarda, çok uzaklarda, bir obaya, obanın beyi Tuğrul Bey’e sığınmışlar. Tuğrul Bey, obalılar, çok iyi karşılamışlar bunları. Artık Karacoğlan‘la Elif orada kalmışlar. Tuğrul Bey, dillere destan bir düğün yaptırarak onları evlendirmiş. Karacoğlan obalılara saz çalıyor, Elif de ev işleriyle uğraşıyor, mutluluk içinde geçinip gidiyorlarmış. O yörede Köse Veli derler bir adam varmış. Elif ‘e tutulup âşık olmuş. Bir gece Karacoğlan yokken, çadıra girivermiş, Elif'e saldırmış. Ne yapsın Elifcik? Bir duyan olmasın, rezil olmayalım diyerek sesini çıkaramamış… …Fakat bu sırada Karacaoğlan Ceritlerin düğününde saz çalmaktadır. Birden sazın teli kırılır. Şaşırır. Ayağa kalkar. Rüzgar gibi yola düşer. Bir günlük yolu göz açıp kapayıncaya kadar geçer. Çadırına geldiği zaman, Halil’i Elif’le yatağında uyurken bulur. Üstlerine abayı örter.
Abayı gören Elif, Karacaoğlan‘ın gideceğini, bir daha dönmemek üzere gideceğini anlar. Olan olmuştur. Elif, olan biteni annesine anlatır. Anası, Halil’i öldürür. Halil’in ölüm haberi, Bey’e gider. Bey, Karacaoğlan‘ın başına gelenlere üzülür. Onun aranıp bulunmasını ister. Bey’in adamları ve Deli Hüseyin, günlerce obaları, dağları taşları ararlar. Karacaoğlan‘ı bulamazlar.

Aradan yıllar geçer. Karacaoğlan‘dan bir haber çıkmaz. Bir haber geliyor, Antep ilinde saz çalıyor. Bir haber geliyor, Erzurum yaylasında Akkoyunlular içinde. Bir haber geliyor, Arabistan’a geçmiş. Hama’da saz çalarken görülmüş. Bey nereden bir haber duyarsa, atlılar oraya uçuyorlardı. Ama nafile. Gittikleri yerlerde sadece Karacaoğlan‘ın türkülerini duyabiliyorlardı. Bey, Elif’e."Karacaoğlan‘ı buldurmadan ölürsem, gözüm açık gider." demişti ama bulduramadan da ölmüştü.
Elif'e gelince, o da, o günden sonra kara çadırından hiç dışarı çıkmamış. “Er geç gerçeği öğrenecek, bana dönecek!” umuduyla Karacoğlan‘ın yolunu gözlemiş. Bir zamanlar obanın en güzel gelini olan Elifcik de yaşlanmış, artık obanın Elif Ana’sı olmuş…
Birgün Karacaoğlan, her şeyin aslını öğrenmiş. Elif’i bulmak için yola çıkmış. Aramış, araştırmış, bulamamış. Sonra bir gün ona bir mezarlığı göstermişler.
Ayakta zor durabilen Karacoğlan:
- Nerede? diye sormuş, Elif nerede?
Kalabalık donup kalmış, kimseden ses çıkmamış.
- Yoksa öldü mü?
Yaşlılardan biri mezarlığı göstermiş:
- İşte orada!
Gençlerin yardımıyla
Karacoğlan,
mezarlığa varmış.
Yeni bir dut fidanı dikilen Elif'in mezarının başına
oturmuş. Sazını göğsüne bastırarak söylemeye başlamış:
“Şu yalan dünyaya geldim geleli,
Tas tas içtim ağuları sağ iken.
Kahpe felek vermez benim muradım,
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken…”
Sonra sazını dut fidanına asmış:
- Bu saz burada kıyamete kadar kalacak, demiş, oraya yığılıp kalmış…
Obalılar, Karacoğlan‘ı Elif'in yattığı tepenin karşısına gömmüşler. Derler ki, her yıl ilkbaharda, o tepenin üstünde biri yeşil, biri mavi iki ışık yükselir, gökyüzünde birleşir. Karacaoğlan‘la Elif'in sevgileridir bunlar…
Saza gelince, o saz da yıllarca orada asılı kalmış. Çürümüş, yenisini yapıp asmışlar. Dut ağacı yaşlanmış, yıkılmış, Yeni bir dut fidanı dikmişler. Yüzyıllardır, yel estikçe Karacaoğlan‘ın sazı kendi kendine ötüp durmuş…
Kısa olan efsanede ise şöyle anlatılır:
Yukarı Karacasu Köyünün sınırları içinde, Karacaoğlan tepesinde, moloz taslarla üçgen seklinde yapılmış bir mezar vardır. Halkın “Karacaoğlan ziyareti” diye adlandırdığı ve adaklar adandığı bu ziyaretin efsanesi şöyledir.
Rivayete göre Karacaoğlan, bir ağanın kuzu çobanıdır. Vaktin birinde ağa hacca gider. Yolda giderken cani helva çeker ve “Şu bizim hanımın helvası olsa da yesem.” der. Ağa, bunları hac yolunda düşüne dursun, diğer tarafta Karacaoğlan, ağanın evine gelip ağanın karısına: “Ağam helva istedi, yap da götüreyim.” der. Ağanın karisi içinden: “Ağa hacda, çobanın canı helva çekti, bana da söylemeye kıyışamadı. Böyle bir yalan söyledi.” diye geçirir. Helvayı yapar, bir tasın içine koyup çobana verir.
Ağa, yolda giderken bir bakar ki kendisine bir tasın içinde helva uzatılıyor. Ağa, tası alır. Bakar ki bu tas, evindeki tastır. Ağa, olup bitenlere bir anlam veremez; ama helvayı da yer. Helvayı yedikten sonra tası çantasına koyup yoluna devam eder. Ağa, hacca gider, görevini yapar ve köyüne geri döner. Evine geldiğinde hanımına yolda kendisine gelen tası sorar. Hanım da Karacaoğlan ile arasında geçen konuşmayı anlatır ve “Tası ona vermiştim, daha getirmedi.” der. Bunun üzerine ağa, kendisini ziyarete gelenlere dönerek “Keramet Karacaoğlan‘dadır. Gidin onun elini öpün'“ diye söyler. Böylece Karacaoğlan, yörede“keramet sahibi“ olarak tanınır.
Karacaoğlan, birgün yine kuzuları otlatmak üzere dağlara doğru gider. Ancak ecel, Karacaoğlan'ı bir tepenin üstünde yakalar. Karacaoğlan, öldüğü tepede defnedilir. Karacaoğlan tepesi ve ziyareti, bundan sonra halk arasında kutsal kabul edilir. Olur yöresinde Karacaoğlan ile birlikte “Sarı Baba” ve “Horasan Baba“ ziyaretleri de halk arasında adakların adandığı yerlerdir. Hatta bu üç şahsın birbirleriyle kardeş oldukları söylenir. Bunların bulunduğu bölgeye “Üç ziyaretler“ denir ve kutsallığına inanılır.
Tas tas içtim ağuları sağ iken.
Kahpe felek vermez benim muradım,
Viran oldum mor sümbüllü bağ iken…”
Sonra sazını dut fidanına asmış:
- Bu saz burada kıyamete kadar kalacak, demiş, oraya yığılıp kalmış…
Obalılar, Karacoğlan‘ı Elif'in yattığı tepenin karşısına gömmüşler. Derler ki, her yıl ilkbaharda, o tepenin üstünde biri yeşil, biri mavi iki ışık yükselir, gökyüzünde birleşir. Karacaoğlan‘la Elif'in sevgileridir bunlar…
Saza gelince, o saz da yıllarca orada asılı kalmış. Çürümüş, yenisini yapıp asmışlar. Dut ağacı yaşlanmış, yıkılmış, Yeni bir dut fidanı dikmişler. Yüzyıllardır, yel estikçe Karacaoğlan‘ın sazı kendi kendine ötüp durmuş…
Kısa olan efsanede ise şöyle anlatılır:
Yukarı Karacasu Köyünün sınırları içinde, Karacaoğlan tepesinde, moloz taslarla üçgen seklinde yapılmış bir mezar vardır. Halkın “Karacaoğlan ziyareti” diye adlandırdığı ve adaklar adandığı bu ziyaretin efsanesi şöyledir.
Rivayete göre Karacaoğlan, bir ağanın kuzu çobanıdır. Vaktin birinde ağa hacca gider. Yolda giderken cani helva çeker ve “Şu bizim hanımın helvası olsa da yesem.” der. Ağa, bunları hac yolunda düşüne dursun, diğer tarafta Karacaoğlan, ağanın evine gelip ağanın karısına: “Ağam helva istedi, yap da götüreyim.” der. Ağanın karisi içinden: “Ağa hacda, çobanın canı helva çekti, bana da söylemeye kıyışamadı. Böyle bir yalan söyledi.” diye geçirir. Helvayı yapar, bir tasın içine koyup çobana verir.
Ağa, yolda giderken bir bakar ki kendisine bir tasın içinde helva uzatılıyor. Ağa, tası alır. Bakar ki bu tas, evindeki tastır. Ağa, olup bitenlere bir anlam veremez; ama helvayı da yer. Helvayı yedikten sonra tası çantasına koyup yoluna devam eder. Ağa, hacca gider, görevini yapar ve köyüne geri döner. Evine geldiğinde hanımına yolda kendisine gelen tası sorar. Hanım da Karacaoğlan ile arasında geçen konuşmayı anlatır ve “Tası ona vermiştim, daha getirmedi.” der. Bunun üzerine ağa, kendisini ziyarete gelenlere dönerek “Keramet Karacaoğlan‘dadır. Gidin onun elini öpün'“ diye söyler. Böylece Karacaoğlan, yörede“keramet sahibi“ olarak tanınır.
Karacaoğlan, birgün yine kuzuları otlatmak üzere dağlara doğru gider. Ancak ecel, Karacaoğlan'ı bir tepenin üstünde yakalar. Karacaoğlan, öldüğü tepede defnedilir. Karacaoğlan tepesi ve ziyareti, bundan sonra halk arasında kutsal kabul edilir. Olur yöresinde Karacaoğlan ile birlikte “Sarı Baba” ve “Horasan Baba“ ziyaretleri de halk arasında adakların adandığı yerlerdir. Hatta bu üç şahsın birbirleriyle kardeş oldukları söylenir. Bunların bulunduğu bölgeye “Üç ziyaretler“ denir ve kutsallığına inanılır.
Vikipedi'den;On yedinci yüzyıl halk şairi olan Karacaoğlan’ın yaşamı hakkında fazla bilgi yoktur. 1606 yılında doğduğu, 1679 yılında öldüğü sanılmakta olup; Çukurova da yaşadığı hakkında bir takım bilgiler vardır. Akşehirli Hoca Hamdi efendinin anılarında, Karacaoğlan’dan şöyle bahsedilir. Asıl adının Hasan olduğu, küçük yaşta annesini kaybedip öksüz kaldığı, beş yaşına gelince babasının askere alınıp bir daha dönmediği söylenir. Köyde yaşayan Osman Ağa adlı kişinin Karacaoğlan’ı evlat edindiğinden bahseder.
Osman Ağa köyde yaşayan sağır ve dilsiz bir kızla Karacaoğlan’ı evlendirmek ister; ama Karacaoğlan bu evliliği istemez, ayrıca o sırada Çukurova da bulunan Kozanoğulları ile arasının açılması sonucu kız kardeşlerini de alarak Bursa’ya göçtüğü anlatılır. Bu göçün nedenleri arasında babası gibi askere alınıp geri dönememe korkusu olduğu da söylenir. Bursa’da kendisine bir düzen kurduğu ve evlat acısı yaşadığı şiirlerinden anlaşılmaktadır. Yaşamının büyük bölümünü Çukurova, Maraş ve Antep çevresinde geçirmiştir. Yaşamı hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmek için onun şiirlerini incelemek gerekir. Ölüm yeri de tam olarak bilinmemektedir. Mezarının İçel’’in Mut ilçesinde olduğu tahmin edilmektedir.
Şiirleri
Şiirlerinde işlediği temalar genellikle; aşk, doğa, ayrılık, sıla özlemi ve ölümdür. Duru bir Türkçe ile söylediği şiirlerinde günlük konuşma dilini kullanmayı tercih etmiş, Divan Edebiyatından uzak durmuştur. Şiirlerinde yaşadığı yörede kullanılan kelimeleri de kullanmıştır. Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmaktan kaçınmıştır. Şiirlerinde gerçeklik ön plandadır. Yaşanmışlık üzerinde çok durur. Karacaoğlan’ın yaşam sevgisinin kaynağında güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkusu ön plandadır. Onun kadına ve sevgiliye bakış açısı halk şiirine yenilik getirir niteliktedir. Şiirlerinde en çok kullandığı kadın isimleri Ayşe, Elif, Döndü, Esma, Emine, Hatice gibi isimlerdir. Karacaoğlan bu kadınların hepsine farklı bir ortamda vurulmuştur. Bu özelliği de onun bir tek kişiye bağlanmadığını ortaya koyar.
Karacaoğlan (1606-1679), 17'nci yüzyılda yaşamıştır. Yaşadığı yer ile ilgili değişik rivayetler olmasına karşın, Osmaniye ili Düziçi ilçesi Farsak köyünde doğduğu rivayeti ağırlık kazanmaktadır.
Karacaoğlan'ın şiirleri aşk ve doğa üzerinde kuruludur. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi ve ölüm en çok değindiği konulardır. Duygularını, yaşadıklarını, düşüncelerini içten, gerçekçi ve özgün bir şiir yapısı içinde anlatır. Karacaoğlan, Türk aşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş biçimi getirdi. Doğa benzetmelerini sık sık kullanır. Çok yalın ve temiz bir Türkçe kullanır. Kendisinden sonra gelen birçok ozanı derinden etkiledi. Bu olumlu etkiler günümüz Türk şiirine kadar uzanır. Şiirlerini ilk kez Nüzhet Ergun derleyip yayınladı. Birçok şiiri bestelendi.

Şiirlerinin özellikleri
Karacaoğlan, yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın ve tekke şiirinin etkisinden uzak kalmıştır.
Osman Ağa köyde yaşayan sağır ve dilsiz bir kızla Karacaoğlan’ı evlendirmek ister; ama Karacaoğlan bu evliliği istemez, ayrıca o sırada Çukurova da bulunan Kozanoğulları ile arasının açılması sonucu kız kardeşlerini de alarak Bursa’ya göçtüğü anlatılır. Bu göçün nedenleri arasında babası gibi askere alınıp geri dönememe korkusu olduğu da söylenir. Bursa’da kendisine bir düzen kurduğu ve evlat acısı yaşadığı şiirlerinden anlaşılmaktadır. Yaşamının büyük bölümünü Çukurova, Maraş ve Antep çevresinde geçirmiştir. Yaşamı hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilmek için onun şiirlerini incelemek gerekir. Ölüm yeri de tam olarak bilinmemektedir. Mezarının İçel’’in Mut ilçesinde olduğu tahmin edilmektedir.
Şiirleri
Şiirlerinde işlediği temalar genellikle; aşk, doğa, ayrılık, sıla özlemi ve ölümdür. Duru bir Türkçe ile söylediği şiirlerinde günlük konuşma dilini kullanmayı tercih etmiş, Divan Edebiyatından uzak durmuştur. Şiirlerinde yaşadığı yörede kullanılan kelimeleri de kullanmıştır. Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmaktan kaçınmıştır. Şiirlerinde gerçeklik ön plandadır. Yaşanmışlık üzerinde çok durur. Karacaoğlan’ın yaşam sevgisinin kaynağında güzele, sevgiliye ve doğaya olan tutkusu ön plandadır. Onun kadına ve sevgiliye bakış açısı halk şiirine yenilik getirir niteliktedir. Şiirlerinde en çok kullandığı kadın isimleri Ayşe, Elif, Döndü, Esma, Emine, Hatice gibi isimlerdir. Karacaoğlan bu kadınların hepsine farklı bir ortamda vurulmuştur. Bu özelliği de onun bir tek kişiye bağlanmadığını ortaya koyar.
Karacaoğlan (1606-1679), 17'nci yüzyılda yaşamıştır. Yaşadığı yer ile ilgili değişik rivayetler olmasına karşın, Osmaniye ili Düziçi ilçesi Farsak köyünde doğduğu rivayeti ağırlık kazanmaktadır.
Karacaoğlan'ın şiirleri aşk ve doğa üzerinde kuruludur. Ayrılık, gurbet, sıla özlemi ve ölüm en çok değindiği konulardır. Duygularını, yaşadıklarını, düşüncelerini içten, gerçekçi ve özgün bir şiir yapısı içinde anlatır. Karacaoğlan, Türk aşık edebiyatına yepyeni bir söyleyiş biçimi getirdi. Doğa benzetmelerini sık sık kullanır. Çok yalın ve temiz bir Türkçe kullanır. Kendisinden sonra gelen birçok ozanı derinden etkiledi. Bu olumlu etkiler günümüz Türk şiirine kadar uzanır. Şiirlerini ilk kez Nüzhet Ergun derleyip yayınladı. Birçok şiiri bestelendi.

Şiirlerinin özellikleri
Karacaoğlan, yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü bakımından Divan Edebiyatı'nın ve tekke şiirinin etkisinden uzak kalmıştır.
Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma diliyle Türkçe yazmıştır.
Kullandığı Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısı azdır.
Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde kullanır.
Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir evreni kurmuştur.
Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin bir çoğunu halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını değiştirerek kullanır.
Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır.
Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve 8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır.
Bazı şiirlerinde ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür.
Mecaz ve mazmûnlara çokça başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli öğelerdir.
Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü olan mani söylemeye yakın oluşudur.
Koşmalar, semailer, varsağılar ve türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar.
Bunların her birinde açık, anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur.
Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu, Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş; şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18. yüzyıl şairlerinden Dadaloğlu, Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19. yüzyıl şairlerinden de Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşil Abdal'ı etkilemiştir.
Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden Rıza Tevfik Bölükbaşı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit Külebi Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir.
Şiirleri 1920'den beri araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.

ESERLERİ;
Annacına Almış Koca Berid’i
Bağlandı Yollarım, Kaldım Çaresiz
Bana Kara Diyen Dilber
Bir Ayrılık Bir Yoksulluk
Bir Yiğit Gurbete Gitse
Bitti M’ola, Şam İlinin Hurması

Çıkıp Yücesine Seyran Ederken
Dinle Sana Bir Nasihat Edeyim
Döndür Boynun Benden Yana
Eğlen Hocam Eğlen, Bir Sualim Var
Elâ Gözlerini Sevdiğim Dilber
Elâ Gözlü Benli Dilber
Elâ Gözlüm Ben Bu İlden Gidersem
Elif
EserlerGenç Osman Destanı
Gövel Ördek
Güzel, Ne Güzel Olmuşsun
Hakk’ın Kandilinde Gizli Sır İdim
Hasta Düştüm Hey Ağalar
İlleri Var Bizim İle Benzemez
İncecikten bir Kar Yağar
Şol Dergâhtan Dönsün Yüzüm
Şu Gönlüm Eğlenmez Oldu, Varayım
Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli
Üryan Geldim Gene Üryan Giderim
Vara Vara Vardım Ol Kara Taşa
Yalana da Deli Gönül Yalana
Yeşi Başlı Gövel Ördek
Yürü Bre Yalan Dünya

ESERLERİ;
Annacına Almış Koca Berid’i
Bağlandı Yollarım, Kaldım Çaresiz
Bana Kara Diyen Dilber
Bir Ayrılık Bir Yoksulluk
Bir Yiğit Gurbete Gitse
Bitti M’ola, Şam İlinin Hurması

Çıkıp Yücesine Seyran Ederken
Dinle Sana Bir Nasihat Edeyim
Döndür Boynun Benden Yana
Eğlen Hocam Eğlen, Bir Sualim Var
Elâ Gözlerini Sevdiğim Dilber
Elâ Gözlü Benli Dilber
Elâ Gözlüm Ben Bu İlden Gidersem
Elif
EserlerGenç Osman Destanı
Gövel Ördek
Güzel, Ne Güzel Olmuşsun
Hakk’ın Kandilinde Gizli Sır İdim
Hasta Düştüm Hey Ağalar
İlleri Var Bizim İle Benzemez
İncecikten bir Kar Yağar

Şu Gönlüm Eğlenmez Oldu, Varayım
Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli
Üryan Geldim Gene Üryan Giderim
Vara Vara Vardım Ol Kara Taşa
Yalana da Deli Gönül Yalana
Yeşi Başlı Gövel Ördek
Yürü Bre Yalan Dünya
EmoticonEmoticon